“yaaa şu 3 haftada ne manzaralar gördüm, hatta microlight ile uçup Dalyan’ı havadan bile gördüm, bundan daha fazla ne olabilir ki?” derdim herhalde. Pek öyle peşin kararlı olmamak gerek. Manzara da, manzaraya ormanın içerisinden giden yol da eşsiz bir anıydı bugün.
Önce Casa Nova restoranda sahibi Alper Yalılı ile muhabbet ederek başlıyorum. Burası tam kaliteli Avrupai bir tarza sahip, şık bir dekoru olan, zengin menülü ve Dalyan’daki diğer restoranlara kıyasla daha elit bir yer gibi. Her uğradığımda da şık giyimli turistlerin Casa Nova’nın masalarını doldurduğunu görüyorum.
Bugün Alper ile ailesinin İztuzu manzaralı dillere destan bir manzaraya sahip evi hakkında konuşmak için buluşuyoruz. Burası Radar tepesinin tam karşısındaki dağın en üst noktası, Çandır ve Ölemez gibi isimlerle anılıyor ama adı tam da konmamış anlaşılan.
Alper’in restoranında sakin ve uzun bir yemek yiyorum. Ardından da yavaş yavaş şu meşhur tepeye doğru yola koyuluyoruz.
Öncelikle arabalı vapurla Kaunos tarafına doğru geçiş yapıyoruz. Çekimlerimizi yapan Droneci arkadaşımız Ahmet’in özel ve şık jipi var altımızda çünkü çıkacağımız bu tepeler her arabanın üstesinden gelebileceği yerler değil. 45 Dakikaya yakın yol gidiyoruz ama bunun ilk 5 dakikasından sonra beton yol yok, dağ taş patikalardan ilerliyoruz. Gerçi yolun bu kadar uzun sürmemesi gerek ama patikalar o kadar karışık ki, yanlış yere sapıp birkaç kez yolumuzu kaybedip, tekrar tekrar yönümüzü buluyoruz.
Arada telefonlar edip, yol tarifi alıyoruz. Altımızdaki araba iyi olmasa çekilecek yol değil aslında. Gerçi sonunda ne gibi bir mükâfatla karşılaşacağımızı bilmiyoruz ama gidip duruyoruz. Biraz da acele ediyoruz çünkü güneş yavaştan batmaya yelteniyor.
Yol ara ara o kadar kötüleşiyor ki, arabanın içinde savrulmaktan midemiz bulanıyor artık. Derken… kusmadan varıyoruz.
O bilindik his uyanıyor içimde, “vallaha bütün bu işkenceye değermiş”.
Aman yarabbi, o nasıl bir manzara.
Fotoğraf curcunası başlıyor bir anda.
Manzaraya nazır sabah 12’den beri içen birkaç genç var gittiğimiz yerde, onlarla muhabbete dalıyorum. Bir tanesi Türkiye’nin en iyi işi projesini de, beni de iyi biliyor. Tişörtünü çıkartmış, kafası da güzel, keyfi de yerinde. Konu nasıl geliyorsa, bir şekilde ekonomiye geliyor. “Ya abi bizi kriz vurmaz, biz yediğimizi denizden, topraktan topluyoruz, para kullanmıyoruz ki” diyor. Ben de onu bu derece keyiflendiren içkiyi gösteriyorum. “Yaaa onları vergisiz bir yerlerden getirtiyoruz işte” diyor gülerek.
Tepeden aşağı bakıp, sudaki tekneci arkadaşlarına balıkların nerede olduğunu söyleyerek talimat veriyorlarmış. Aşağıya doğru tekrar bakınca dediğinin ne kadar gerçekçi olduğunu anlıyorum. Yukarıda öyle bir manzaradayız ki, her şey cam gibi görünüyor. Suyun içi de dahil.
Bize sığ suyu yüzünden tekneyle ulaşılamayan, kaplumbağaların çok fazla yavrulama yaptığı tamamen bakir bir koydan bahsediyorlar, hem de bulunduğumuz noktaya 10 dakika mesafede.
Hemen 10 dakika sonra oradayız.
Sanki özel bizim için kapatılmış bir sahil.
Kumsalın arka tarafına doğru keşfe çıkarken tarihi yıkık dökük iki bitişik ev buluyorum. İzbe bir yerde çok ürpertici bir havası var buranın. İçine de giriyorum ama buralarda yaşayan engerek yılanının ısırığının ölümcül olabileceğini hafızam kibarca, cesaretime hatırlatıyor, sonra yine hafızam yılanların kuytu köşeleri çok sevdiğini hatırlatınca, şansımı çok da zorlamak istemiyorum.
Sahile dönüyorum. Boydan boya şu kimsesiz bakir sahilde yürüyorum.
Vardığımız noktalar ayrı, gidişimiz ayrı bir hikâye oluyor bugün.